Doğanın rahminden geliriz dünyaya. Ana rahminden farkı ise, dünyaya geldikten sonra da ona bağımlı yaşamamızdır. Ondan beslenir, ondan nefes alır, onun sularıyla yıkanırız. O oluruz aslında. Oysa ana rahminden kopuş deneyimi, bizi doğadan da koptuğumuz yanılgısına düşürür. Üstelik ona egemen olmaya kalkarız.
Ne gaflet... Dönüşümüz onadır! - Ayla Seyhun

14 Kasım 2011 Pazartesi

NELER YAPIYORUZ

Aromaterapi ve bitkilerle tedavi konusunda aldığım eğitim ve yaşadığımız doğal ortamın imkanlarını bir araya getirerek, bana danışan ile konuşarak ihtiyaçlarına yönelik bazı yağlar, kremler hazırlayabiliyorum.  Sorunların giderilmesine yardımcı olurken, yeni sorunlar ortaya çıkarmamak için çok dikkatli olmak gerekiyor. Bu nedenle beni arayın, konuşalım. Birlikte değerlendirelim ne yapabileceğimize.
Kullandığım esansiyel yağlar ile bazı taşıyıcı yağlar Fransa’dan gelmekte olup, gerekli analiz ve tahlilleri yapılmış, güvenilir ürünlerdir.
Doğal hammadde temininde sıkıntı duymadan hazırlayabildiğim ürünler aslında sizin de yapabileceğiniz şeyler. Mevsiminde ve doğal ürün bulmakta ya da bunları hazırlayacak zamanı ayırmada zorlanır iseniz, ben sizin için hazırlayabilirim. Neler mi?
HARİCEN KULLANIM İÇİN  KANTARON YAĞI
Mayıs ayında taze çam filizleri, sarı kantaron çiçeği ve ladin çiçeklerinin zeytinyağında bekletilmesi sonucunda elde edilen yağa, kafur ağırlıklı biberiye yağı eklenmesiyle oluşan bu yağ özellikle diz ağrıları, siyatik ağrıları, eklem faresinden oluşan sıkıntıları hafifletmekte yardımcı olur. 250 ml lik şişelerde. Kantaron yağı güneş lekesine yol açabildiğinden, özellikle gündüz güneş görebilecek yerlere sürmemenizi tavsiye ederim.
KANTARON TENTÜRÜ: Votkada bekletilerek hazırlanan bu tentür depresyon, stres gibi durumlarda rahatlatıcı olması ile tanınır. Ancak kantaronun dahili kullanımının doğum kontrol ilaçlarının etkisini ortadan kaldırdığı belirlenmiştir. Hamilelerin, süt emziren annelerin ve çocukların kullanmaması gerekir.
HAYIT TENTÜRÜ: Hayıt bitkisi tohumlarınınkadınların hormon sistemini dengelemek gibi bir etkisi olduğu bilinmektedir. Tohumların oluştuğu sonbahar aylarında taze olarak toplanıp, votkada beklenerek hazırlanır.
HAYITLI BAL: Hayıt tohumlarının bal içinde bekletilmesi ile hazırlanır. 250 gr kavanozlardadır.
EKİNEZYA TENTÜRÜ: Ekinezya köklerinin votkada beklenmesiyle hazırlanır. Bağışıklık sistemini güçlendirici etkisi nedeniyle grip salgınları sırasında bünyeyi korur.
DOĞAL ELMA SİRKESİ: Ev ortamında hazırladığım, köyümüzün bahçelerinden toplanan elmalarla yapılan doğal elma sirkesi.
ISIRGANLI ELMA SİRKESİ; Doğal elma sirkesinin içinde ısırgan bitkisinin yaprakları ve gövdesi bekletilerek hazırlanır. Yüksek kalsiyum ve magnezyum içeriği ile kemik erimesine karşı koruyucu olduğunu söyleyebiliriz.
KARA HİNDİBALI ELMA SİRKESİ:  Hindiba kökü muhteşem bir karaciğer toniğidir. Bedenin alkali dengesini korur ve kanı besler. Nötr PH li bir sirke ile birleştiğinde kanımız için değerli bir destek haline dönüşür. Kanamalardan sonra demir eksikliğini gidermede hindiba büyük bir yardımcıdır. Et, karbonhidrat, işlenmiş gıda ve yağlardan oluşan bir beslenme, beden için asidik bir ortam hazırlar. Bu asidik ortam bakterilerin, iltihabın, kanser hücrelerinin yaşaması için ideal bir ortam oluşturur. Beslenmeniz ne kadar alkali olursa, hastalıklar sizden o kadar uzak durur. Hindibalı ema sirkesini sofranıza taşımakla aslında davet ettiğiniz sağlıktır.
CİLT BAKIMI İÇİN
Mucize bir taşıyıcı yağ keşfettim. Yılların getirdiği izleri silebilmek için elinden geleni yapan, lekeleri, izleri, kırışıkları kendince kapatmaya çalışan molekülleri ile kuşburnu yağı  Fransa’dan getirttim. Kuşburnu yağına lavanta, ıtır, ölmez otu ve tea tree esansiyel yağlarından bir kaç damla ekleyince ortaya muhteşem bir kokuya sahip, cildi canlandıran bir yağ çıktı. Özel roll-on şişelere aldım onları… Bana parfümümü soruyorlar, ben yağımı anlatıyorumJ
Sabah kalkınca - akşam yatarken yüzünüze, boynunuza ellerinize sürebilirsiniz. Merak etmeyin, hemen emiliyor.. Yağlanmış gibi hissetmiyorsunuz kendinizi. Üstelik bu kokular beynimize hızla akarak duygularımızı değiştiriyor. Kendimize daha bir güveniyor, sakinleşiyor, daha iyi düşünebiliyoruz. Pozitif olmanın ne kadar kolay olduğunu algılamak isterseniz bu yağı deneyin derim.
Köyümüzden Sofranıza
Taze İnek Peyniri: Köyümüzün bacıları tarafından isteğe göre sade veya çeşnili olarak hazırlanır. Arzunuza göre eklenebilecek çeşniler arasında, kekik, kurutulmuş domates, ceviz, badem, fesleğen, sarımsak, top karabiber sayılabilir. En az 1 kilo olarak, kendi suyu içinde gönderilebilir.
Keçi Peyniri: Keçilerin süt verme durumuna gore taze sütten kaynatılarak sade veya çeşnili olarak hazırlanabilir. Ekim ayı keçilerin çiftleşme mevsimi olduğundan, sütler teke kokabileceği göz önüne alınarak, taze peynir yapamamaktayız. Ancak bacılarımız süt mevsimi boyunca çiğ sütten, kaynatılmaksızın peynir hazırlamakta, bidonlarda bekletmektedirler. Üç ay beklemiş olan bu peynirde hastalık riskinin kalmadığını söylüyorlar. Arzu edilirse, bu çiğ sütten yapılma keçi peynirinden de gönderilebilir.
Domates/biber karışık hazırlanmış salça: Köyümüzün bacıları tarafından hazırlanmış, 1 kiloluk cam kavanozlarda ambalajlanmıştır.
Güneşte kurutulmuş domates salçası:  1 kiloluk cam kavanozlarda ambalajlanmıştır.
Erişte: Su değirmeninde öğütülmüş sarı buğday unundan, köy yumurtası ve inek sütü kullanılarak,
sade/domatesli/mevsim otlarından yeşil olarak hazırlanır.
Yarım kiloluk ve bir kiloluk paketlerde gönderilir.
Tarhana: Su değirmeninde öğütülmüş sarı buğday unundan, domates/biber salçası ve koyun yoğurdu katkısıyla hazırlanmış olup, yarım kiloluk veya bir kiloluk paketlerde gönderilir. Elimizdeki stoklarla sınırlıdır, zira Eylül ayından bu yana koyunlardan süt alınmamakta ve koyun yoğurdu yapılmamaktadır.
Sarı Buğday Bulguru, kepekli:
En faydalı yeridir deyip, kepeğini de eletmedik… Beğenmezseniz siz eleyebilirsiniz. Ama en doğal hali inanın bu.

Can Erik Turşusu:
Komşuların bahçelerinde doğal olarak yetişen eriklerin bolluk zamanında yemekle bitiremeyince, turşu kurayım dedim.  Bizce çok başarılı oldu. Elimde çok fazla yok, küçük kavanozlara koyarak daha çok arkadaşın erik özlemini giderelim isterim.
Elma Turşusu:
Elmalar henüz yeşilken, can erikten biraz büyükçene iken deneme amacı ile yaptık. Kendimizi alamamış bir koca bidon yapmışız. Değişik bir ürün oldu. Tabi elmanın kalsiyum deposu olduğunu unutmamak lazım. Elma sirkesinden daha cazip bence. Yarım kiloluk kavanozlarda gönderebiliriz.
Bayramiç Tüysüz Beyazından Reçel
Bayramic Tüysüz Beyazı olarak tescil edilen bu güzel nektarin yörenin yerel meyvesi. Bu ilk yaz meyvesinin tadını sofranıza taşımak adına reçelini yaptık. 250 gramlık cam kavanozlarda. Meyveler iyi tarım uygulanmış bir bahçeden. Şeker kullandım.
Domates Marmeladı:
Elma ve domatesin birleşmesinden ortaya kuşburnu lezzetinde bir marmelat çıktı… Hem de bademli… 250 gramlık cam kavanozlarda.  Domatesler bahçemden, elmalar komşu bahçeden. Şeker kullandım.
Ayva Marmeladı:
Bahçedeki ayva ağacı ne verdiyse topladık. Minik ama lezzetli ayvalar. Rendeledik ve marmeladını yaptık. Şeker kullandım. 250 gramlık cam kavanozlarda.
Dağ Çileği Reçeli:
Bizim dağların doruklarından topladık onları. Bizden başka kimsenin geçmediği yollardan. Domuzlar ya da ayılar çıkarsa karşımıza diye korkmadık değil. Ama minik kırmızı meyveler çok baştan çıkarıcıydı. Hem yedik, hem topladık. Kocayemiş de denilen bu meyve buralarda davulgu bibi diye anılıyor. Yaşlanmaya karşı duran, C vitamini açısından zengin, sinirleri sakinleştiren bir meyve imiş. Topladıklarımızdan hemen reçel yaptım sizler için, şeker kullandım. Yarım kiloluk kavanozlara koydum.  Yakın zamanda tekrar dağlara çıkıp toplamayı amaçlıyoruz.


12 Şubat 2011 Cumartesi

Erişte hazırlığı


Sabah erkenden yola koyulduk. İnsanların pek geçmediği dere kenarlarına doğru. Körpe ısırganların tepelerini derleyip doldurduk sepetlerimize.


Bir kısmını tavuklarımızla paylaştık. Dillerini ısırmış olmalı ki fazla yüz vermediler. Onlar otların peşinde, bir de salyangozların.







Bizde yumurtalarının... Güneş görmüş, salyangoz yemiş, horoz düdüklemiş tavuk yumurtaları bunlar...



Su değdirmeden, buharda haşladığımız ısırganları, yumurtalarımızla çırptık bir güzel...








Annemiz önlüğünü giyip, poz verdi bize...








Unumuz tam buğday unu... Annemiz söylendi biraz, bununla erişte olmaz, beyaz un yok mu diye ama olur olur dedik...





Oldu da...
Isırgan püremiz, yumurtamız, tam buğday unumuz karılınca böyle yeşil bir hamur çıktı ortaya...







Hamur biraz bekledi sonra, oklavaya geldi...



Erdal o arada, tahta parçalarından saksı yapmaya uğraşıyordu ...







Saçın üstünde kurutuldu erişte yufkaları...







Sonra katladık, dörde ve geniş şeritler kestik...






Ve ince ince doğradık sonra. Kurusun diye güneşe serdik... Şimdi bez torbalar dikiyoruz onlara... İsterseniz size de gönderelim. Yoğurtlu muhteşem oluyor. Domates kurusu ile veya keçi peyniri ile de deneyebilirsiniz...  Enfes!!!

7 Şubat 2011 Pazartesi

Tohumlarımız

Hangi kuşun kanadına, hangi keçinin postuna takılıp da beni bulmuş bilmem ama, belli ki uzak yerden gelmiş bir tohum gibi düştü ‘davet’ gönlüme. Seferihisar Tohum Takas Şenliğine davetliydim. Sen, ben, biz, o hepimiz davetliydik. Bu narin tohum, uygun koşulları bulduğu gönüllerde, önündeki taşı, toprağı, kayayı itecek gücü, son damlasına kadar kullanmıştı belli ki…


Ne bel belemiş, ne toprak kazmışım bu güne kadar. Tek elleştiğim saksıdakiler. Takas edecek bir şeyim olmazsa gitmeye yüzüm olmaz deyip, dünyanın bize göre dibinden, ama benzer bir iklimden getirdiğim minik tohumlara gitti aklım. On tane ya varlar ya yoklar. İlk insanlar olduğu söylenilen San-people kabilesinin güzel insanları, ‘Kanser Çalısı’ adını taktıkları bir bitkinin yapraklarını kanser dahil her hastalığa karşı kullanıyor. Bunu da kirpilerden öğrenmişler. Gidip dağda taşta ne iyi gelir diye aramaz, buldukları kirpinin karnını yarar, oradaki tohum, çer çöp, kök ne varsa saklar, çocukları hasta olduğunda onları kaynatır içirirlermiş. En çok da bu tohumu bulmuş olsa gerekler. Kendi kültürlerini, kendi yaşamlarını anlattıkları bir proje alanında, bize rehberlik eden kabilenin torunlarından biri verdi bana bu tohumları. Kime ve ne karşılığı takas edeceğimi bilmeden cebime koydum itina ile.
Köyler, kasabalar, kentler vardı yolumuz üstünde. Kendi telaşı içinde, toprak üstüne çıkmaya çalışan ebem-dedem tohumlarından bi haber koşuşturan insanlar…
Vardığımızda program başlamış, davet tohumunu gönlünde büyütmüş gönüller gün ışığına kavuşmuştu. Hiç kimse farkında değildi güneşin hasedini. Ondan çok parlıyorduk inançla.
Konuşulanlar bilinmedik değildi belki ama toplu yaşanan heyecan, sevinç… duygu seli… işte o başka, bambaşka, yeni, yepyeni idi…
Ebem-dedem tohumları saklandıkları sandıklardan, kül torbalarından, çaput aralarından çıkmış, dimdik şaha kalkmış, ‘biz buradayız’ diyorlardı. ‘Biz bütünüz, doğanın çizdiği gibi. Sizi ‘aklı-bedeni-ruhu bütün’ insan yapacak kimyasal moleküller bozulmadan, yaradan düzeninin murat ettiği şekli ile bizde saklı. Atanız, ebeniz, dedeniz bizi nesilden nesile özenle korudu. Namusu bildi. Gittiği yerlere taşıdı. Yaka dikişlerinin arasında taşındık kıtadan kıtaya, yasakları aşmak için. Para değil, tohum taşıdı dedeleriniz varlıklarını korumak için yeni topraklarında. Oralarda uzun süreler evrime tabi olduk, uyarlandık, o toprakların bebelerinin hamuruna katık olduk. Sonra da unutulduk. Sizler süslü şeylerin peşine düşerken, dıştaki cilanın içten bozulma olduğunu bilemediniz. Yavaş yavaş kandırılıp, önce mevsimlerle gelenleri unutup,  özlemi sandığa kaldırdınız. Cilalı renkleri her gün sofrada bulmanın aklınıza, ruhunuza, bedeninize getirdiği monotonluk içinde, aşkları bile bozdunuz. Siz bu işi o kadar sevdiniz ki, onu bozanlar tanrı sandılar kendilerini, genlerle özgürce oynarken, kendi genlerine dokundurmadılar. Sahip oldukları yaratıcılık genine halel gelmesin. Siz uyuşun ki onlar sizinle istedikleri gibi oynasınlar diye.’
Ve Türkiye’nin ilk ‘sakin şehri’, sadece bu ülkenin değil, tüm dünyanın sükunetini bozmaya yeter güce sahip tohumların uzun bir masaya dizilişine ev sahipliği yaptı… Karşılıklı geçti insanlar. Toprağa düşme mevsimi gelen tohumlar çıktı çıkınlardan: bacılarım, dayılarım, efelerim, ebelerim, dedelerim, toprak insanlarım yanlarında ziraat mühendisleri dizildiler yan yana, kayıtlar tutuldu. Başka köylerden, başka kentlerden gelmiş yurdum insanları, oraların tohumlarını verdiler, buraların tohumlarını aldılar… Yavaşça gittim bütün bunları harekete geçiren kara yağız delikanlının yanına. Genç, diri bedeni ve aklı belli ki bu tohumlarla beslenmiş. Bütün olmuş, şaha kalkmış kürsüden dile gelmişti. Ona tüm varlığımla şükran duyuyordum. Elimde minik paketim, ‘Takas için getirdiğim, ilk insanlardan bugüne taşınmış tohumları size vermek istiyorum… ‘ dedim. O kadar heyecanlıydı ki, ne dediğimi anladı mı bilmem, ama cebinden bir kağıt çıkartıp, kaydı tuttu. Her şey yasalara uygun, coşku bile. Bir isyan, bir miting, bir ayaklanış değil… bir festival, bir şenlik, coşku, şahlanıştı…
Tezgahlarda sıra sıra mevsim sebzeleri, otları, peynirler, yağlar, sirkeler, nohutlu mantı, sarmalar, bebekler, bilezikler.. Doğanın ve insanın el eleliği… Ortada dolanan gülen yüzler. Tezgahlardan, insanlardan olumlu, umutlu, neşeli bir enerji yükseliyor. Bir tezgahtaki teyzem bana karpuz tohumu verdi. O karpuz tohumunu, panelde konuşan bir başka köyden gelme teyzemin anlattığı susuz tarım metodu ile yetiştirmeyi planlıyorum. Deve dikeni tohumu gövdesini yarıp, içine koyacak ve üç ay sonra karpuzumu yiyeceğim… İşte size permakültür! Uzak kıtalardan gelip anlatılan bir şey değil, öz be öz kendi kültürümüzün içinde saklı, ebem-dedem tohumu gibi… Bir kulak verebilsek, bir dursak da dinleyebilsek… O adam yerine konulsa da; bizde dışı cilalı adamlar olmak yerine, adam gibi adamlar olsak hani…
Bizim dağların Türkmen köylüleri geldi aklıma. ‘Yuvanda bereket, huzur, tat istiyorsan,’ demişlerdi, ‘arıyı, darıyı, karıyı gezdireceksin!’
Darılar gezmeye çıktı dostlar… Düşecekleri topraklarda umut yeşertecekler, bizim bildiğimiz ama çocuklarımızın bilmediği lezzetleri dizecekler… Aşkı çizecekler yeniden.
Ve en önemlisi belki de, genlerini bozmadan genleri bozanların koyduğu yasakların anlamsızlığını fark edecek bir halkın egemen olduğu toplum bireylerine dönüşeceğiz yeniden. Tüm cilaları söküp üstümüzden, çürüğümüzle, çarığımızla ama özümüzle kucaklayacağız birbirimizi.
Yaşasın ebem-dedem tohumlarının özgürlüğü!

23 Ocak 2011 Pazar

Neden buralardayız???

Bu yazı çoktan yazıldı, yayınlandı ama niyetim hala canlı ve sıcak... Bir kez daha dilleyim istedim... Kazdağının kuzey eteklerindeki köyümüzde kendimizce bir köşe yapmaya çalışıyoruz... Yola çıkma niyetimiz bu yazıda atılmış varoluş okyanusuna...


EKO TURİZM DEYİNCE...Turizm kelimesi herkesin beyninde aynı kapıyı açıyor da, eko kökünün geldiği ekolojik kelimesi öyle değil sanki. Tarımla ilgili gibi geliyor insana, ekolojik ürünler var ya. Ama tarım turizmini karşılayan bir agro-turizm var zaten. Aynı şeyi anlatmak için iki yabancı kökenli kelime mi kullanıyoruz yoksa? Bir de eko-köy kavramı var. Bizim köyler ekolojik değil mi peki?
Yaşadığım yer bütün bu kavramların iç içe geçtiği Kaz Dağı ve çevresi. Hem okumuş, hem yazmış, hem tüketmiş hem tüketilmiş bir kentli, köye düştüğünde; nasıl karışırsa aklı benim ki de öylesi karıştı önce. Kavramlar yerine oturmuyordu bir türlü. Anahtarlarla kilitler bir türlü uymayınca, ya kapıları sökesim geldi, ya kilitleri tümden kırıp atasım. Bunun için de beynimi rafa kaldırıp, içim ne diyorsa o yöne yürümeye başladım.

Anladım ki, dünyadaki en büyük savaş, doğaya hakim olma savaşı. Her birimiz bu savaştan kurban olarak payımızı almışız. Evet hepimiz, toprakla, suyla, güneşle doğal bağlantısı kesilmiş, vazolara alınmış, suni beslenmeyle yaşam süren kurbanlarız. Körler ülkesinde, körlere yol sorarak yol bulmaya çalışanların verdiği rahatsızlığı ortadan kaldırmak için, gözleri görenlerin gözlerini zamkla sıkı sıkı yapıştırmış körler. Açmaya çalışırsak acıyor, vazgeçiyoruz. Görme merkezindeki sinirlerimiz ise çoktan uyuşmuş. Eko-zombiler olarak dolaşıyoruz eko-sistemin hakim olduğu doğada. Arada bir deja-vu (sanki bir yerlerde görmüş gibi), deja-mö (sanki bir yerlerden duymuş gibi) yaşıyoruz. Normal oda ısısında zekamız yüksek görünse de, doğada eksi bilmem kaçlarda!
Eko-sistem içindeki varlıklar, hiçbir müşterek dil kullanmadan, hiç akıl yürütmeden gözle görülmeyen bağlarla birbirine bağlı muhteşem bir dans sergiliyorlar. Bağ bir yerinden kopacak olursa, hepsi birden bunun sancısını çekiyor. İnsan sanki bu bağların dışında üstün ve özelmiş gibi, akıl ve onun aracı olan dili kanalıyla kendi arasında ayrı bir bağ oluşturmuş ve başka hiçbir şeyle ve hiçbir şekilde bağlı değilmiş gibi yaşamını sürdürmeye devam ediyor. Bizler de sosyal toplumun verdiği öğreti çerçevesinde bu yalanın üstüne yaşam kurmuşuz bir kere. Suç bizde mi? Ne gördüysek onu gerçek sanarak yaşamıyor muyuz? Aklımıza bu travmadan rehabilite olmak hiç mi hiç gelmiyor. Kabul etmiyoruz ki ayrı düşürüldüğümüzü. Akla, sen her şeyden üstünsün denilmiş bir kere, akıl hiç bu üstünlüğünü ortadan kaldıracak bir düşünceye prim verir mi?
Bir yerlerde ise eko-sistem içindeki bağlarını hiç unutmayan, ya da uzun zaman öncesinde bunu hatırlayarak bağlarına yeniden can vermiş insanlar var. Bu insanlar ya zaten kendi köylerinde, ata kültürlerini nesilden nesile aktararak bugüne gelmiş, ya da bir araya gelerek eko-sisteme uygun eko-köyler kurarak, doğanın kaynaklarını doğal dengeyi bozmadan, ona karşı bir savaş açarak değil de, anasının koynunda yatar gibi sakin bir işbirliği içinde, ayrı düşerek değil, ona ait olarak yaşamaya başlamışlar. İşte eko-yaşam bu.

Bir yerlerde ana rahminin rahatlığını, kokusunu, doğallığını özleyen insanlar, onu tatil aralarında olsun bulmak adına yollara düşüyor. İşte bunlar eko-turistler. Ülkemizin dört bir yanında doğal eko-yaşam alanları var. Bunlardan biri benim üstünde yaşadığım coğrafya. İnsanlar burada da savaşmışlar ama birbirleriyle. Doğasında 2000 yılın üstünde yaşayabilen zeytin var. Zeytin insana öyle çok hizmet veriyor ki, ona savaş açmaya bugüne kadar yüreği yetmemiş belli ki insanoğlunun, uzak durmuşlar ondan. Hatta çamları kesip, zeytin alanları açmışlar. Dağları da her türlü bitkisiyle, havasıyla, efsanesiyle el vermiş insana. Aralarda dağılmış Türkmen köyleri, Yörük köyleri ise, Orta Asyadan gelen doğa kokan, doğayla birlikte akan ritüellerini bugüne kadar taşımış, eko-sistemin döngüsü ve dengesi içinde. Orman içlerinde, bizlerin aşk merdiveni adını verdiğimiz eğrelti otundan yataklar döşemişler, yeşil kokarak, yeşil koklayarak, yeşil düşler görmüşler. (Beni de götürecekler ve yeşil döşeyecekler yatağımı, öyle hissederek aktardılar ki bunu bana, tüm hücrelerim bekliyor o geceyi. Tıpkı sevdalısına kavuşacak gibi gönlüm.)

Topraklarına göre, yağmura göre, güçlerine göre kendilerince ekmiş biçmiş, gülmüş geçmişler. İnat etmemişler, kanaat getirmişler. Teslim olmamış, teslim etmişler yaşamlarını eko-sisteme.
Kentlerden buraya gelenler, onlara kendi sistemlerine göre “format atmaya” çalışsa bile hala direnmiş olanlar var.

Ben ne mi yapıyorum buralarda? Direnenleri bulmaya çalışıyorum; direnen nineleri, direnen giysileri, direnen ritüelleri, direnen domataları, direnen orkideleri, direnen üç etekleri, direnen dedeleri. Sıkı durun demek istiyorum. Ben bir kişiyim evet, ama benim gibileri de var. Çok önemlisiniz. Aman siz göçmeden anlatın, gösterin, örnek olun. Kendi toprağımıza ne ekeceğimizi, kendi toprağımızdan nasıl bina dikeceğimizi, domataya böcek gelmesin diye yanına hangi bitkiyi ekeceğimizi bize siz öğretin. Biz öğrenirken; kente, kentliye format atılmış gençleriniz de geç olmadan akıllanır da, özüne döner, öğreniverir belki. Böylece taşırız doğayı, kültürü, tarımı yarınlara. Ait oluruz bütüne, paramparça dağılmadan. Tüm telaşım siz göçmeden yakalamak son vagonu.
İşte benim gibiler, bugün şartlarınız elvermeyebilir tümden doğal yaşam alanlarına dönmeyi, ama hiç olmazsa eko-turistler olarak gelin. Ellerimizden tutun, yeşilimizi koklayın, evinize geri götürdüğünüz sadece yağımız, sabunumuz, kekiğimiz olmasın. Bırakın gözlerinizdeki zamklar dökülsün, gören gözlerinizi götürün şehrinize.
Çağrım içinizde bir şeyleri titretiyorsa eğer, bir ağaca sarılın bugün. Saksıda ki bir çiçekle konuşun. Kokusunu yitirmemiş nane, kekik ne varsa evinizde onu koklayın. Tüm hücreleriniz hatırlasın ona kokuyu veren toprağı, suyu, güneşi ve düşün yollara. Yürürken sizi yerde tutan yer çekimini, dışarıdaki nemden, içinizdeki nemin azaldığını, dengenin kaçtığını hatırlatan susuzluk duygusunu kutsayın. Eko-sistemin gözle görülmeyen bağlarından sadece ikisi bu söylediğim. Toplam elliüç duyumuz olduğunu söylüyor uzmanlar. Ne mi onlar? Yanıtı doğada. Hadi ne duruyorsunuz, düşün yollara vakit geç olmadan. Adı her neyse ondan oluverin, eko-turist mi neydi hani, oluverin ki doğa sizden hoşnut olsun.Doğada her şey diğerini destekler. Desteklenemeyecek haldeyse dönüştürür. Hem unutmayın, doğal seleksiyon kendine uyanları seçer, bakın bakalım kendinize, sıra size geldiğinde, doğa sizi seçer mi, seçmez mi? Seçilenlerden olmak için trenin son vagonunu yakaladınız yakaladınız, yoksa, geçmiş olsun!
 

19 Ocak 2011 Çarşamba

Vahşi Bahçeden Size....

İstanbul’dan göç ettiğimizde yolun beni nereye götüreceğini bilmiyordum. Bir Işık Beden Aktivasyon kolaylaştırıcısı, Reiki uygulayıcısı, kıyısından köşesinden yazar olan bendenizi, yazgım önce bir ünivesite kapısına yönlendirdi. Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Teknikeri oluverdim ellisinden sonra. Yetmedi İngiltere’de bir okulda destekledim bilgilerimi ve Aromaterapist, Herbalist de oldum. Ve ana yollara hem yakın hem uzak bir Yörük köyüne konakladı bizim karavan sonunda.
Sonra nedendir bilinmez (mi?) Güney Afrika’ya uzandı yolumuz. Yerlileri ile tanıştık, şamanları ile konuştuk. Hayvan izlerini nasıl yorumlayacağımızı öğrendik. Dağlarında keçi peşinde dolaşan kadınları ile peynir yaptık. Pazarlarında değişik soslar içinde sunulan zeytinlerinden tadarken, zeytinle henüz tanışmadığımızı fark ettik. İki okyanusun birleştiği yerde, yedi dalga suyunda yıkandık. Korku terapisinde kullanmak üzere deniz kabuklarından derledik. Hiç bilmediğimiz otların çaylarını, hindiba kökünün kahvesini içtik. Bizimle aynı boylam üzerinde, ama dünyanın dibindeki bu ülkenin med ceziriyle dönüştü hücrelerimiz ve geldik 2010 sonunda geri, ülkemizde girmek için yeni bir yıla.
Artık üretme vakti geldi sanırım. Özel ürünler yapmaya karar verdim. Üretirken kendimi bir şeye zorunlu hissetmeden, benden ürünü talep eden kişinin enerjisiyle bütünleşerek, sonucu ellerimi kullandığım materyalin yön vericiliğine bırakarak üretmek istiyorum. Her birimiz özeliz, evrende özel bir yer tutuyoruz. Kendimiz bile bilmiyoruz bazen ne istediğimizi, düşüncelerimiz bile kopyalanmış bir yerlerden. Oysa manyetik alanımız yaydığı titreşimlerle ait olduğu evrenin, doğal paydaşlarına mesaj yayıyor. Auramız yer yer kararak ben hastayım diyor. Bahçemizdeki gül çiçeğe duruyor hemen. Kokla beni dalgaları yayıyor. Burnumuzu uzatıveriyoruz dışarıya ve bir solukta aydınlanıyor ruhumuz… Hiçbir düşünce yok bunun içinde. Ama şifa buluyoruz. Ben de bu dili kullanmak istiyorum üretimlerimde. Seri üretime girmek değil istediğim, özeli üretmek, sizin için üretmek. Ruhu beni bilip de, varlığıma güven duyanlar için.
Bunlar neler olacak merak edenler için sayayım:
Bir başka yerde bulamayacağınız, kullanırken ve hediye ederken özelliğini hissedeceğiniz bu ürünler
- vahşi doğadan, doğru ve ahlaklı (soyunu kurutmadan) bir şekilde toplanarak, size ulaşacak kekik, adaçayı, melisa gibi doğal otlar;
- aile fertlerinizin cilt yapılarına uygun sabunlar
- Çocuklarınızın oyun oynarken şifa bulacağı hamurlar.
- yapınıza uygun cilt kremleri
- şifalı yağlar (zeytinyağı-bitki özlü; ağrıyan dizleriniz, yara bereler, yanıklar, saç bakım vb gibi dışarıdan sürmek için)
- tentürler (depresyon, ülser vb rahatsızlıklarda destek olmak üzere alkol veya sirkede bekletilerek hazırlanan bitki özleri)
- çeşitli otlarla zenginleştirilmiş ev yapımı elma sirkeleri
- Sofralarınıza renk, size iştah getirecek, hücrelerinizi besleyecek keçi peyniri… dağlarda otlayan keçi anadan size geldiğini bileceksiniz.
- Bir gün kuşburnu, bir başka gün böğürtlen ya da nektarinden yapılma ev reçelleri, pestilleri de çıkabilir paketinizden.
- Ardıç meyvesinin, civan perçeminin, kantaronun şifası gün ışığını taşıyacak bedeninize.
- Zeytin ve zeytinyağı bir başka lezzette olacak…
- Tuzu bile seveceksiniz böylesi gelince…
Önce; akıl, fikir, yürek, dağ, tepe bilmek gerek… Bunlar var biz de.
Sonra; ateş, ocak gerek… tencere, kazan gerek… kap, kapak gerek… mezura, derece, terazi, ölçek gerek… patiska, basma, iğne, ip gerek… kağıt, kalem, etiket gerek… Bunlar için gerekli para ise siz de var.
Ben de olanlar ile, siz de olanların el değiştirme işine takas; günümüzde de ticaret deniyor adına. Ben de cebinizdekini alacağım sonuçta. Karşılığında siz de olmayanı vererek.
Şimdi bu nimetlerden yararlanmak isteyenler parmak kaldırsın. Kaç kişiye hizmet vereceğimi bileyim ki ona göre kap kapak temin edeyim değil mi? Kaç keçinin sütü yeter bize, kaç köylü kadınını seferber etmem gerek, kaç kilo deniz tuzu karmam gerek kazanda? Çobanlar ne kadar ot toplamalı baharda, kökünden sökmeden? Dizleri ağrıyan koyunların seçtiği ardıçların peşinden seğirtip toplamalı meyvelerini onlarla birlikte. Hem koyunlar kurtulsun ağrıdan hem annelerimiz…
Unutmadan son bir söz, ne organik, ne de ekolojik bu ürünler. Öyle bir sertifikaları da yok, doğa anamızın vahşi bahçesinden derlenmiş, bendenizin bilgileri ve enerjisiyle karılmışlar, o kadar. Markasından belli, VAHŞİ BAHÇE….