Doğanın rahminden geliriz dünyaya. Ana rahminden farkı ise, dünyaya geldikten sonra da ona bağımlı yaşamamızdır. Ondan beslenir, ondan nefes alır, onun sularıyla yıkanırız. O oluruz aslında. Oysa ana rahminden kopuş deneyimi, bizi doğadan da koptuğumuz yanılgısına düşürür. Üstelik ona egemen olmaya kalkarız.
Ne gaflet... Dönüşümüz onadır! - Ayla Seyhun

23 Ocak 2011 Pazar

Neden buralardayız???

Bu yazı çoktan yazıldı, yayınlandı ama niyetim hala canlı ve sıcak... Bir kez daha dilleyim istedim... Kazdağının kuzey eteklerindeki köyümüzde kendimizce bir köşe yapmaya çalışıyoruz... Yola çıkma niyetimiz bu yazıda atılmış varoluş okyanusuna...


EKO TURİZM DEYİNCE...Turizm kelimesi herkesin beyninde aynı kapıyı açıyor da, eko kökünün geldiği ekolojik kelimesi öyle değil sanki. Tarımla ilgili gibi geliyor insana, ekolojik ürünler var ya. Ama tarım turizmini karşılayan bir agro-turizm var zaten. Aynı şeyi anlatmak için iki yabancı kökenli kelime mi kullanıyoruz yoksa? Bir de eko-köy kavramı var. Bizim köyler ekolojik değil mi peki?
Yaşadığım yer bütün bu kavramların iç içe geçtiği Kaz Dağı ve çevresi. Hem okumuş, hem yazmış, hem tüketmiş hem tüketilmiş bir kentli, köye düştüğünde; nasıl karışırsa aklı benim ki de öylesi karıştı önce. Kavramlar yerine oturmuyordu bir türlü. Anahtarlarla kilitler bir türlü uymayınca, ya kapıları sökesim geldi, ya kilitleri tümden kırıp atasım. Bunun için de beynimi rafa kaldırıp, içim ne diyorsa o yöne yürümeye başladım.

Anladım ki, dünyadaki en büyük savaş, doğaya hakim olma savaşı. Her birimiz bu savaştan kurban olarak payımızı almışız. Evet hepimiz, toprakla, suyla, güneşle doğal bağlantısı kesilmiş, vazolara alınmış, suni beslenmeyle yaşam süren kurbanlarız. Körler ülkesinde, körlere yol sorarak yol bulmaya çalışanların verdiği rahatsızlığı ortadan kaldırmak için, gözleri görenlerin gözlerini zamkla sıkı sıkı yapıştırmış körler. Açmaya çalışırsak acıyor, vazgeçiyoruz. Görme merkezindeki sinirlerimiz ise çoktan uyuşmuş. Eko-zombiler olarak dolaşıyoruz eko-sistemin hakim olduğu doğada. Arada bir deja-vu (sanki bir yerlerde görmüş gibi), deja-mö (sanki bir yerlerden duymuş gibi) yaşıyoruz. Normal oda ısısında zekamız yüksek görünse de, doğada eksi bilmem kaçlarda!
Eko-sistem içindeki varlıklar, hiçbir müşterek dil kullanmadan, hiç akıl yürütmeden gözle görülmeyen bağlarla birbirine bağlı muhteşem bir dans sergiliyorlar. Bağ bir yerinden kopacak olursa, hepsi birden bunun sancısını çekiyor. İnsan sanki bu bağların dışında üstün ve özelmiş gibi, akıl ve onun aracı olan dili kanalıyla kendi arasında ayrı bir bağ oluşturmuş ve başka hiçbir şeyle ve hiçbir şekilde bağlı değilmiş gibi yaşamını sürdürmeye devam ediyor. Bizler de sosyal toplumun verdiği öğreti çerçevesinde bu yalanın üstüne yaşam kurmuşuz bir kere. Suç bizde mi? Ne gördüysek onu gerçek sanarak yaşamıyor muyuz? Aklımıza bu travmadan rehabilite olmak hiç mi hiç gelmiyor. Kabul etmiyoruz ki ayrı düşürüldüğümüzü. Akla, sen her şeyden üstünsün denilmiş bir kere, akıl hiç bu üstünlüğünü ortadan kaldıracak bir düşünceye prim verir mi?
Bir yerlerde ise eko-sistem içindeki bağlarını hiç unutmayan, ya da uzun zaman öncesinde bunu hatırlayarak bağlarına yeniden can vermiş insanlar var. Bu insanlar ya zaten kendi köylerinde, ata kültürlerini nesilden nesile aktararak bugüne gelmiş, ya da bir araya gelerek eko-sisteme uygun eko-köyler kurarak, doğanın kaynaklarını doğal dengeyi bozmadan, ona karşı bir savaş açarak değil de, anasının koynunda yatar gibi sakin bir işbirliği içinde, ayrı düşerek değil, ona ait olarak yaşamaya başlamışlar. İşte eko-yaşam bu.

Bir yerlerde ana rahminin rahatlığını, kokusunu, doğallığını özleyen insanlar, onu tatil aralarında olsun bulmak adına yollara düşüyor. İşte bunlar eko-turistler. Ülkemizin dört bir yanında doğal eko-yaşam alanları var. Bunlardan biri benim üstünde yaşadığım coğrafya. İnsanlar burada da savaşmışlar ama birbirleriyle. Doğasında 2000 yılın üstünde yaşayabilen zeytin var. Zeytin insana öyle çok hizmet veriyor ki, ona savaş açmaya bugüne kadar yüreği yetmemiş belli ki insanoğlunun, uzak durmuşlar ondan. Hatta çamları kesip, zeytin alanları açmışlar. Dağları da her türlü bitkisiyle, havasıyla, efsanesiyle el vermiş insana. Aralarda dağılmış Türkmen köyleri, Yörük köyleri ise, Orta Asyadan gelen doğa kokan, doğayla birlikte akan ritüellerini bugüne kadar taşımış, eko-sistemin döngüsü ve dengesi içinde. Orman içlerinde, bizlerin aşk merdiveni adını verdiğimiz eğrelti otundan yataklar döşemişler, yeşil kokarak, yeşil koklayarak, yeşil düşler görmüşler. (Beni de götürecekler ve yeşil döşeyecekler yatağımı, öyle hissederek aktardılar ki bunu bana, tüm hücrelerim bekliyor o geceyi. Tıpkı sevdalısına kavuşacak gibi gönlüm.)

Topraklarına göre, yağmura göre, güçlerine göre kendilerince ekmiş biçmiş, gülmüş geçmişler. İnat etmemişler, kanaat getirmişler. Teslim olmamış, teslim etmişler yaşamlarını eko-sisteme.
Kentlerden buraya gelenler, onlara kendi sistemlerine göre “format atmaya” çalışsa bile hala direnmiş olanlar var.

Ben ne mi yapıyorum buralarda? Direnenleri bulmaya çalışıyorum; direnen nineleri, direnen giysileri, direnen ritüelleri, direnen domataları, direnen orkideleri, direnen üç etekleri, direnen dedeleri. Sıkı durun demek istiyorum. Ben bir kişiyim evet, ama benim gibileri de var. Çok önemlisiniz. Aman siz göçmeden anlatın, gösterin, örnek olun. Kendi toprağımıza ne ekeceğimizi, kendi toprağımızdan nasıl bina dikeceğimizi, domataya böcek gelmesin diye yanına hangi bitkiyi ekeceğimizi bize siz öğretin. Biz öğrenirken; kente, kentliye format atılmış gençleriniz de geç olmadan akıllanır da, özüne döner, öğreniverir belki. Böylece taşırız doğayı, kültürü, tarımı yarınlara. Ait oluruz bütüne, paramparça dağılmadan. Tüm telaşım siz göçmeden yakalamak son vagonu.
İşte benim gibiler, bugün şartlarınız elvermeyebilir tümden doğal yaşam alanlarına dönmeyi, ama hiç olmazsa eko-turistler olarak gelin. Ellerimizden tutun, yeşilimizi koklayın, evinize geri götürdüğünüz sadece yağımız, sabunumuz, kekiğimiz olmasın. Bırakın gözlerinizdeki zamklar dökülsün, gören gözlerinizi götürün şehrinize.
Çağrım içinizde bir şeyleri titretiyorsa eğer, bir ağaca sarılın bugün. Saksıda ki bir çiçekle konuşun. Kokusunu yitirmemiş nane, kekik ne varsa evinizde onu koklayın. Tüm hücreleriniz hatırlasın ona kokuyu veren toprağı, suyu, güneşi ve düşün yollara. Yürürken sizi yerde tutan yer çekimini, dışarıdaki nemden, içinizdeki nemin azaldığını, dengenin kaçtığını hatırlatan susuzluk duygusunu kutsayın. Eko-sistemin gözle görülmeyen bağlarından sadece ikisi bu söylediğim. Toplam elliüç duyumuz olduğunu söylüyor uzmanlar. Ne mi onlar? Yanıtı doğada. Hadi ne duruyorsunuz, düşün yollara vakit geç olmadan. Adı her neyse ondan oluverin, eko-turist mi neydi hani, oluverin ki doğa sizden hoşnut olsun.Doğada her şey diğerini destekler. Desteklenemeyecek haldeyse dönüştürür. Hem unutmayın, doğal seleksiyon kendine uyanları seçer, bakın bakalım kendinize, sıra size geldiğinde, doğa sizi seçer mi, seçmez mi? Seçilenlerden olmak için trenin son vagonunu yakaladınız yakaladınız, yoksa, geçmiş olsun!
 

1 yorum:

  1. "ama hiç olmazsa eko-turistler olarak gelin. Ellerimizden tutun, yeşilimizi koklayın, evinize geri götürdüğünüz sadece yağımız, sabunumuz, kekiğimiz olmasın. Bırakın gözlerinizdeki zamklar dökülsün, gören gözlerinizi götürün şehrinize." Çok sevdim, çok tuttum...
    Yalnız olmadığımızı bilmek içimize iyi geliyor :))

    YanıtlaSil