Hangi kuşun kanadına, hangi keçinin postuna takılıp da beni bulmuş bilmem ama, belli ki uzak yerden gelmiş bir tohum gibi düştü ‘davet’ gönlüme. Seferihisar Tohum Takas Şenliğine davetliydim. Sen, ben, biz, o hepimiz davetliydik. Bu narin tohum, uygun koşulları bulduğu gönüllerde, önündeki taşı, toprağı, kayayı itecek gücü, son damlasına kadar kullanmıştı belli ki…
Ne bel belemiş, ne toprak kazmışım bu güne kadar. Tek elleştiğim saksıdakiler. Takas edecek bir şeyim olmazsa gitmeye yüzüm olmaz deyip, dünyanın bize göre dibinden, ama benzer bir iklimden getirdiğim minik tohumlara gitti aklım. On tane ya varlar ya yoklar. İlk insanlar olduğu söylenilen San-people kabilesinin güzel insanları, ‘Kanser Çalısı’ adını taktıkları bir bitkinin yapraklarını kanser dahil her hastalığa karşı kullanıyor. Bunu da kirpilerden öğrenmişler. Gidip dağda taşta ne iyi gelir diye aramaz, buldukları kirpinin karnını yarar, oradaki tohum, çer çöp, kök ne varsa saklar, çocukları hasta olduğunda onları kaynatır içirirlermiş. En çok da bu tohumu bulmuş olsa gerekler. Kendi kültürlerini, kendi yaşamlarını anlattıkları bir proje alanında, bize rehberlik eden kabilenin torunlarından biri verdi bana bu tohumları. Kime ve ne karşılığı takas edeceğimi bilmeden cebime koydum itina ile. Köyler, kasabalar, kentler vardı yolumuz üstünde. Kendi telaşı içinde, toprak üstüne çıkmaya çalışan ebem-dedem tohumlarından bi haber koşuşturan insanlar…
Vardığımızda program başlamış, davet tohumunu gönlünde büyütmüş gönüller gün ışığına kavuşmuştu. Hiç kimse farkında değildi güneşin hasedini. Ondan çok parlıyorduk inançla.
Konuşulanlar bilinmedik değildi belki ama toplu yaşanan heyecan, sevinç… duygu seli… işte o başka, bambaşka, yeni, yepyeni idi…
Ebem-dedem tohumları saklandıkları sandıklardan, kül torbalarından, çaput aralarından çıkmış, dimdik şaha kalkmış, ‘biz buradayız’ diyorlardı. ‘Biz bütünüz, doğanın çizdiği gibi. Sizi ‘aklı-bedeni-ruhu bütün’ insan yapacak kimyasal moleküller bozulmadan, yaradan düzeninin murat ettiği şekli ile bizde saklı. Atanız, ebeniz, dedeniz bizi nesilden nesile özenle korudu. Namusu bildi. Gittiği yerlere taşıdı. Yaka dikişlerinin arasında taşındık kıtadan kıtaya, yasakları aşmak için. Para değil, tohum taşıdı dedeleriniz varlıklarını korumak için yeni topraklarında. Oralarda uzun süreler evrime tabi olduk, uyarlandık, o toprakların bebelerinin hamuruna katık olduk. Sonra da unutulduk. Sizler süslü şeylerin peşine düşerken, dıştaki cilanın içten bozulma olduğunu bilemediniz. Yavaş yavaş kandırılıp, önce mevsimlerle gelenleri unutup, özlemi sandığa kaldırdınız. Cilalı renkleri her gün sofrada bulmanın aklınıza, ruhunuza, bedeninize getirdiği monotonluk içinde, aşkları bile bozdunuz. Siz bu işi o kadar sevdiniz ki, onu bozanlar tanrı sandılar kendilerini, genlerle özgürce oynarken, kendi genlerine dokundurmadılar. Sahip oldukları yaratıcılık genine halel gelmesin. Siz uyuşun ki onlar sizinle istedikleri gibi oynasınlar diye.’
Ve Türkiye’nin ilk ‘sakin şehri’, sadece bu ülkenin değil, tüm dünyanın sükunetini bozmaya yeter güce sahip tohumların uzun bir masaya dizilişine ev sahipliği yaptı… Karşılıklı geçti insanlar. Toprağa düşme mevsimi gelen tohumlar çıktı çıkınlardan: bacılarım, dayılarım, efelerim, ebelerim, dedelerim, toprak insanlarım yanlarında ziraat mühendisleri dizildiler yan yana, kayıtlar tutuldu. Başka köylerden, başka kentlerden gelmiş yurdum insanları, oraların tohumlarını verdiler, buraların tohumlarını aldılar… Yavaşça gittim bütün bunları harekete geçiren kara yağız delikanlının yanına. Genç, diri bedeni ve aklı belli ki bu tohumlarla beslenmiş. Bütün olmuş, şaha kalkmış kürsüden dile gelmişti. Ona tüm varlığımla şükran duyuyordum. Elimde minik paketim, ‘Takas için getirdiğim, ilk insanlardan bugüne taşınmış tohumları size vermek istiyorum… ‘ dedim. O kadar heyecanlıydı ki, ne dediğimi anladı mı bilmem, ama cebinden bir kağıt çıkartıp, kaydı tuttu. Her şey yasalara uygun, coşku bile. Bir isyan, bir miting, bir ayaklanış değil… bir festival, bir şenlik, coşku, şahlanıştı…
Tezgahlarda sıra sıra mevsim sebzeleri, otları, peynirler, yağlar, sirkeler, nohutlu mantı, sarmalar, bebekler, bilezikler.. Doğanın ve insanın el eleliği… Ortada dolanan gülen yüzler. Tezgahlardan, insanlardan olumlu, umutlu, neşeli bir enerji yükseliyor. Bir tezgahtaki teyzem bana karpuz tohumu verdi. O karpuz tohumunu, panelde konuşan bir başka köyden gelme teyzemin anlattığı susuz tarım metodu ile yetiştirmeyi planlıyorum. Deve dikeni tohumu gövdesini yarıp, içine koyacak ve üç ay sonra karpuzumu yiyeceğim… İşte size permakültür! Uzak kıtalardan gelip anlatılan bir şey değil, öz be öz kendi kültürümüzün içinde saklı, ebem-dedem tohumu gibi… Bir kulak verebilsek, bir dursak da dinleyebilsek… O adam yerine konulsa da; bizde dışı cilalı adamlar olmak yerine, adam gibi adamlar olsak hani…
Bizim dağların Türkmen köylüleri geldi aklıma. ‘Yuvanda bereket, huzur, tat istiyorsan,’ demişlerdi, ‘arıyı, darıyı, karıyı gezdireceksin!’
Darılar gezmeye çıktı dostlar… Düşecekleri topraklarda umut yeşertecekler, bizim bildiğimiz ama çocuklarımızın bilmediği lezzetleri dizecekler… Aşkı çizecekler yeniden.
Ve en önemlisi belki de, genlerini bozmadan genleri bozanların koyduğu yasakların anlamsızlığını fark edecek bir halkın egemen olduğu toplum bireylerine dönüşeceğiz yeniden. Tüm cilaları söküp üstümüzden, çürüğümüzle, çarığımızla ama özümüzle kucaklayacağız birbirimizi.
Yaşasın ebem-dedem tohumlarının özgürlüğü!