Doğanın rahminden geliriz dünyaya. Ana rahminden farkı ise, dünyaya geldikten sonra da ona bağımlı yaşamamızdır. Ondan beslenir, ondan nefes alır, onun sularıyla yıkanırız. O oluruz aslında. Oysa ana rahminden kopuş deneyimi, bizi doğadan da koptuğumuz yanılgısına düşürür. Üstelik ona egemen olmaya kalkarız.
Ne gaflet... Dönüşümüz onadır! - Ayla Seyhun

Yayınlanmış Yazılarım

Ben yazarken büyük keyif aldım... Sizlerin de keyifle okumanızı dilerim...
Şifa ola!

Sürdürülebilirlik ve Eko köyler

ODTÜ’de katıldığım Sürdürülebilir yaşam çalıştayında, nice oyunlar oynadık. Keyif aldık. Çoşku duyduk. Oyunlarla bütünleştik, bir olduk. Ve en önemli dersi böylece almış olduk.

İÇİNDE EĞLENCE YOKSA, SÜRDÜRÜLEBİLİR DEĞİLDİR!

Satırlar içinde oyun oynamak maalesef mümkün değil. Özür dilerim. Ama sevgili Ayşen Eren bunu her yerde uygulanabilir bir programa dönüştürdü. Sürdürülebilir yaşam oyunları adı altında bir çalışması var.

SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK ne demek? Söylerken bile zorlandığımız bir kelime. Ya yaşarken? Evet, söylemesi mi zor, yaşaması mı? Arkadaşlıkları, birliktelikleri, dostlukları, aileleri, dernekleri, ortaklıkları, girişimleri sürdürebilmek... İsmail’in hedeflediği bir EKOKÖY kurmak ve sürdürebilmek yedi nesil. Ama nasıl? Üstünde düşünelim istedik. Toplandık İsmail’in davetiyle Körfez’in en sıcak dost ocağı İMECEEVİ’nde. Bir potlaç gecesi elimizde tencereler, tabaklar, şen bir sofra kuruldu, Tornacı Erdal’ın getirdiği şişe! orta yerde. Tornacı Erdal deyip geçmek olmaz. Yöremizin rüzgar gülü ustası. Elektrik üreten rüzgar gülleri var. Kuyuların başına kuruyor, su pompası rüzgar gülünün ürettiği elektrikten çalışıyor. Elektrik üreten bisiklet de yapıyor. Benden söylemesi.

Yemekler hızla tükendi ama söz tükenmedi. Önce bahçeye çıktık 32 kişi. Bir daire olduk bahçenin orta yerinde. Hava soğuktu ama ne gam. Elele tutuştuk. Kalplerimizi yıkadık önce, Brezilya yerlileri gibi, birbirimizi dinlemeye başlamadan önce kalplerimizdeki önyargıları yıkarken, dizlerimizi bükerek, orda biriktirdiğimiz nefreti, gururu boşalttık. Sonra 4 ayrı daireye ayrılıp kendi içlerimizde düğüm olduk, bir sonrakinin ellerini tutarak, ellerimizi bırakmadan düğümü çözmeye çalışırken, kahkahalar yükseldi bahçenin loş aydınlığından. Kalplerimiz çoşku ile dolmuş, çocuklar gibi doluştuk içeri. Soğuğu unutamamıştık belli ki. Bundan sonrasını potlaç masasındaki sandalyemden sizlere seslenerek anlatacağım. Hani konuşur gibi!

Sürdürülebilirlik.

Önce aktif dinleme becerisi gerektiriyor. Bizler kendimizi ifade etmeye çalıştığımızdan, benmerkezciliğimizden olsa gerek, hiç dinlemiyoruz karşımızdakini. Dinliyor isek, o da anlamaya çalışmak yerine, mukayese yapmak amaçlı. Yani onun bilgisini nasıl alt edebilirim, onun eksiğini nasıl bulabilirim, onun üstünde nasıl kalabilirim diye dinliyoruz bir diğerini. Kendi rahatımız bozulmasın diye adeta bir güvenlik duvarı örüyor, kulaklarımızı yeni olana, başka olana sağır ediyoruz.

Oysa aktif dinleme, acaba onun söyledikleri bana ne ekleyebilir, bakış açımı nasıl genişletebilir düşüncesinin hâkim olduğu bir dinleme şeklidir. Yaşam kalitemizi yükseltmek istiyorsak, disiplinli bir şekilde aktif dinlemeyi öğrenmek, uygulamak ve öğretmek sorumluluğunu taşıyabilmeliyiz.

Yargılamadan bir arkadaşınızı dinlemeye çalışın. Hiç gülmeden, kaşınızı gözünü oynatmadan, hiç konuşmadan sadece dinlemeye çalışın. Ne kadar zorlandığınıza şaşıracaksınız.
İnsanın insanla iletişiminde yaşadığımız bu kendine dönük yaklaşım, doğa ile olan ilişkimizde de devam ediyor. Doğayı da dinlemeyi bilmiyoruz. Büyük şehirlerin girdapları içinde doğayı dinlemeyi bilim adamlarına bırakıp, derslerde not almak için öğreniyor, ama uygulamada doğaya sağır kalmaya devam ediyoruz. Onun için doğa sesini duyurmak adına, gök gürültüleri, kasırgalar, depremler, seller ile giriyor hayatımıza.

Sürdürülebilir olmanın ilk şartı dinlemeyi öğrenmekten geçiyor.

YAŞAM içinde olduğumuz gurupla birlikte yaptığımız bir yolculuktur. Bu yolculuktan memnun muyuz? Yaşam kavramı sizin için ne ifade ediyor? Yaşamın sürdürülebilir olması için bu kavramı yeniden değiştirme zamanı gelmedi mi? Yaşamı tüketirken çoğaltmak mümkün mü? Peki, ne zaman değişeceğiz? Nasıl değişeceğiz? Değişimin üstadı mı yoksa kurbanı mı olacağız? En önemlisi ne yönde değişeceğiz?

Yaşam, eskisi ve yenisi, geçmişi ve geleceği olan, doğum ve ölüm gibi başlangıç ve sonuç noktaları olan doğrusal bir yolculuk olarak algılanıyor. Değişimi doğrusal olandan döngüsel olana geçiş süreci olarak ele almalıyız. Tıpkı doğa gibi doğal bir döngüsel süreci benimsemeli, bunu hem dış hem iç dünyamıza yansıtabilmeliyiz.

Bunun için bir geçiş süreci gerekiyor. Kendimize bir plan yapmamız ve disiplin içinde onu uygulamamız lazım. Ama önce değişime ihtiyaç duymak ve değişimi gerçekten istemek gerekli. Tepeden tırnağa değişime hazır olmalı insan.

Sürdürebildiğimiz bir birliktelik – bir eko köy kurabilmek için – değişime hazır bireylerin bir araya gelmesi, güçlerini birleştirmesi, kolektif bir biçimde düşünebilmesi, kolektif bir bakış açısına sahip olmaları ve bu bakış açısına göre hizalanmaları gerekir.

Tıpkı, bir bebeğin doğumu sırasında tüm ilahi kudretlerin bir araya gelerek, onun yaşamını dizayn etmeleri, bir diğer deyişle yaşamının kaderini hazırlamaları gibi bizler de birliktelik içinde kuracağımız yaşamı en ince detayına göre dizayn etmeliyiz.

Ekoköyler, zengin ve fakirin ortak bir zemin oluşturarak, bir arada sosyal bir yaşamı, sevginin gücünü kullanarak yeniden entegre edebilmek için attıkları bir adımdır. Katılımın sayısal gücü değil, ama kalitesi değişimi getirir.

İhtiyaç duyduğunuz teknolojiyi ve maddi kaynakları bulmanız bir şekilde mümkündür. Sistemi kurarsınız ve bir insan tüm sisteminizi yıkabilir. O nedenle sürdürülebilirliğin temel kalemi insandır.

Peki kim lider olacak böyle bir oluşumda sorusu geliyor hemen akla. Ve nasıl bir lider?
Bu oluşumlarda herkes lider olabilme niteliğine sahiptir. Tıpkı kazlar gibi. Kazlar V şeklinde uçarlar. Öndeki yorulduğunda en arkaya geçer. Ardındaki öne geçer. Bu böyle devam eder gider. Buna döngüsel liderlik deniyor. Değişim döngüsel olana doğru demiştik ya. Bundan liderlik de nasibini alıyor yani. Her birimiz farklı karakterlere, niteliklere ve becerilere sahibiz. Hepimizin topluma sunacağı nice özellik var. Bunları ortaya çıkartmak için döngüsel liderlik büyük bir imkân tanıyor. Yaşam alanlarımızı ve imkânlarımızı genişletebiliriz böylece.

Kenarları arttırmak deniyor buna. Düz bir daire düşünün. Bir de bu daireyi çiçek gibi oylum oylum düşünün. Oylum oylum çizilmiş bir dairede yaşam alanları nice çoğalır değil mi? Beynimiz ve bağırsaklarımız da içlerine çok şey almaya uygun bir şekilde oylum oylum değil mi? Renklerimizi sunacağımız daireler çizebilmek için bir araya gelmiyor muyuz? Yaşamı çoğaltmaya devam ederken .

Ekoköyler insan ilişkileri açısından laboratuarlar gibidir. Test alanlarıdır. Nelerin çalışıp nelerin çalışmadığı denenir ve çalışan sistemler geliştirilir. Eko köyler, eski medeniyetleri tedavi eden hemşireleri, yeni medeniyetlerin ise ebeleri gibidir.

Süregelen sistemler ve laboratuarımız arasında gidip gelerek sürekli doğayı, çevreyi, insanı, ilişkileri okuyarak, dizaynlarımızı elden geçirmeli, sürdürülebilir olanları seçerek, gene de değişime açık, esnek bir şekilde yaşama geçirmeliyiz.

Büyükkent yaşamı ile laboratuar ekoköyler arasında bir denge kurmamız gerekli. Ekoköyler salaş, varlık içinde yokluk çekilen yerler olmalı gibi bir inanç kalıbını kırarak, bakımlı ve büyük kentlerdeki refah düzeylerini aratmayacak imkanlara sahip, ancak tüketen değil üreten; yaşayan kolektif bilinç alanlarına çevirebilmeliyiz.

İşimiz çok. Peki ya zaman?

Organik Yaşam


Bitkilerin Bilmediğimiz Yönleri

Üniversitemizde verilen bitki bilgileri ile diğer kuruluştan aldığım ve araştırmalarla sentezlediğim bilgilerden çok önemli bir sonuca vardım. Genellikle üstünde çok az durulan bir konu. Kısaca sizlerle bunu paylaşmak istiyorum.

Bitkiler kimyasal bir fabrika gibi çalışırlar. Topraktan ve havadan aldıklarını sentezleyerek, kendilerine enerji yaratır,besler, zararlılardan ve hastalıklardan korur, ürerler. Bu sentez sırasında üretilen yan maddelerin çoğu kendileri tarafından tüketilmez, buna ihtiyaç duymazlar. Bazılarını da sadece ihtiyaç duyduklarında ve duydukları bölgelerde üreterek, enerji sarfiyatının önüne geçerler.

Zeytin ağacı 2000 yıldan fazla yaşamasını hastalıklara göre, onlara özel ilaç üretebilmesine borçludur. Bu sistemler, kimyasallar kendi içlerinde belli bir zekaya da sahipler. Aslında her şey bir denge unsuru, denge kaçarsa harekete geçiyorlar diyelim. Burda çok önemli bir konu var... Harekete geçmeleri için de kimyasalların kendi içinde dengeli olması gerekiyor. Peki satın aldığınız bitkilerin dengeli kimyasallara sahip olduğunu nereden bileceksiniz?

Kendiniz topladınız diyelim, siz üzüm yaprağı toplarken, o üzümün üstünde olduğu toprağın, soluduğu havanın özelliklerini biliyor musunuz? Ne toplamakta ve neyi sentezlemektedir? Ya da topladığınız zaman dilimi içinde o kendi sentez sürecinin neresinde durmaktadır... Bunlar o kadar önemli ki...

Genellikle tıbbi bitkiler,. çiçeklenme dönemlerinin başlangıcında ve sabah erkenden toplanılmalı diyorlar. Kökler ise gün doğmadan önce. Zira gün ışığı gördüğünde bitkilerin köklerindeki özel maddeler hop yukarı kaçıyor ve siz içi boş kökler toplamış oluyorsunuz.

Mesela Aynı sefa bitkisinin öğlen güneşi gördükten sonra toplandığını söylediklerinde, önce olmaz dedim. Yeni okudum meğer beta karoten (kavuniçi pigmentler) içeren bitkiler, ışık sentezi sırasında, karoten pigmentlerinden enerji gelmedikçe diğer enerjileri işe koymazlarmış. Hadi buyrun bakalım.

Daha başka diyeceklerim de var ama şimdilik bu kadar baş ağrıttığım yeter diyelim.

2006 yılının onuncu ayında yazdığım bir yazıya hala imza koyabilmek içimi acıtıyor ama hala sırada dürtülmesi gerekli çok adam var.....

Hep yapmak istediğim bir şey var. Ters bir kelime olacak ama kullanacağım gene de. Dürtmek.

Evet, insanları dürtmek istiyorum. Sokakta yürürken, kuyrukta beklerken, alış veriş yaparken, lokantada yemek sunarken ya da yemek yerken. Omuzları düşmüş, kendinden bezmiş, yaşamla ilgili ümitlerini gözlerinin ferinden bile silmiş insanları gördükçe çıldırıyorum. Hele hele gençler beni hepten delirtiyor. Adımlarında bir canlılık, seslerinde bir coşku arıyorum; yok! Sürekli yorgunluktan şikayet ediyorlar. Ya, benden utanın, elli yaşındayım, sizden çok çalışıyorum, sizden çok üretiyorum, sizden çok okuyorum, sizden çok yaşıyorum diye haykırmak geliyor içimden. Ben elli yaşında ve ÇOK bir insanım. Ben yapabildi isem, yapabiliyor isem onlar da yapabilir. Öyleyse sıkıca bir dürtmeli bunları.

Kaldırın omuzlarınızı .Bakın gözlerime, orda inanç var. Yapabileceğinize inanıyorum. Hep yapamazsın, beceremezsin, olmaz diyenleri bırakın bir tarafa. Kulak verin bana, yapabilirsiniz, çünkü ben size inanıyorum, demek istiyorum. Gözlerinde bir saniyelik bir ümit görmek bile yetecek bana.

Bir saniyelik ümit ışığında bir tohum gizlidir. Tohum deyip geçmeyin, bir buğday tanesinde bir koca başak, bir çam fıstığında asırlık bir çam, mikroskop altında görünebilen bir insan tohumunda bir koca gövdenin bilgisi gizli. Gözbebeklerinizde bir an yanan ümit ışığında ne cevherler gizli kim biliyor? Siz bile gördüklerinize inanamayacaksınız kendi eseriniz olsalar bile,. Ah, ortaya bir çıksalar.

Dürtmek istiyorum insanları çünkü tohumlar yeşermeli, cevherler ortaya saçılmalı ki yaşam gerçek rengini bulsun. Olmazların dumanı kapatmış görüş alanımızı, güneş ışığını görmez olmuşuz. Ben, olur diyerek silmek istiyorum görüşünüzü kapatan sisleri. Güneş girsin içeri. Bir ısının iyice. Sonra bakın etrafınıza, neler kucağınıza atlamak üzere bekliyor? Hadi çabuk olun, kaçırmayın hayatı. Bize sunulmuş en değerli armağan paketini şükranla açın artık.

Hangi koşullar içinde olduğunuz hiç önemli değil. Düşünün ki önünüzde bir televizyon var. Karamsar bir filme kaptırmışsınız kendinizi. Kaptırmak ne kelime filmin baş kahramanı kesilmişsiniz. Sizi kimse kaldıramıyor başından. İşte orda dürtmek istiyorum sizi. Elinizden kumanda düşsün ve bir başka kanal açılsın karşınızda. Neşeli, keyifli. Kahkahalarınızı duyarken uzaklaşacağım oradan. Dürtecek çok adam var daha sırada.

KAZ DAĞI DENİNCE
Işık insanlarından başlayarak, Ma’yı, Paris’i, Sarı Kız’ı, Bakire Meryem’i, Kibele ve Kara Taşını, Zeus’u, Afrodit’i barındıran bu kültür kazanından günümüze ne kalmış diye soracaksınız biliyorum”
Kaz Dağının zirvesinde, Sarı Kız türbesinde oturmuşum. Oturmuş da esen rüzgârın araladığı ayak izlerinden geçmişe bakmışım… Manzara kadar muhteşem bir örgü! Masal gibi…
Yıllar yıllar önce buralarda ışık insanları olarak anılan Luwiler yaşarmış. Günümüzde izleri var mı acaba dersiniz?
“Bu dağın bilinen ilk adı Ma” dedi rehber, “Karşıda ki dağ ise Madra, yani Ma’nın kocası. “ Bilinen en eski ana tanrıçadan, Anadolu’nun bereket tanrıçasından bahsediyordu. Daha sonraki dönemlerde, Zeus yaşar buralarda. Bu dağlara kendini yetiştiren İda’nın adını verir. Truva savaşına yol açan bir aşk hikayesi. Kahramanı Paris. Annesi ona hamileyken, bu çocuğun Truva’nın felaketine neden olacağı rüyasını görür. Bebek dünyaya gelince, adamlarına teslim eder, götürüp öldürmeleri için. Bebek o kadar güzeldir ki; acır, öldüremezler. Bırakırlar İda’nın tepesine; kurtlar, kuşlar yesin diye. Ama Paris yaşar ve çoban olur dağlarda. Sonunda da tarihin ilk güzellik yarışmasında, Afrodit’ten aldığı rüşvet karşılığında, dünyanın en güzel kadını olduğunu söyleyerek elmayı ona verir. Bu yarışma Truva’nın mahvına yol açacak olayları tetikler.
Yıllar sonra bakıyoruz ki, dağ Müslüman Türklerin eline geçince hikâyenin kahramanı çoban Paris’ten, kaz çobanı olan Sarı Kız’a dönüşüyor. Hacca giden baba, dönüşünde kızı ile ilgili duyduğu namus hikâyeleri nedeniyle kızını öldürmek üzere Kaz dağına çıkartır. Öldüremez, kurda kuşa teslim eder. Öldürdüm, diye geri döner. Dağda eren Sarı Kız, yolunu kaybedenlere rehber olur. Bu hikâyeleri duyan baba dağa çıkar, kızını bulur. Bakar ki kız ermiş, yaptığına pişman olur ve oracıkta ölür. Sarı Kız da babasının ölümüne dayanamaz, hemen can verir. Babanın öldüğü tepeye Karataş tepesi deniyor. Kaz Dağının zirve noktası. Karşı tepesi de Sarı Kız tepesi. Her sene 15 Ağustos'ta Sarı Kız anmalarının yapıldığı tepe... Türkmenler ve Yörükler bu bölgeye gelerek, çadırlar kuruyor, kurbanlar kesiyor, adaklarını yapıyorlar. Kadınların geleneksel giysileri içinde katıldıkları bu törenler tam görsel şölen.
Biz dönelim gene hikâyenin ardındakilere... Türkmenler Horasan’dan geliyor. Horasan, ışığın doğduğu yer demek. Sarı Kız, ışığın doğduğu yerden geliyor demek ki. Üstelik Sarı Kız, bakire. Hıristiyan kültürünün Bakire Meryem’ini çağrıştırdı değil mi? 15 Ağustos Katolik cemaati tarafından Meryem Ana’nın göğe yükseliş günü olarak kabul ediliyor. Binlerce kişinin katıldığı törenlerle kutlanıyor.
Luwiler Hititlerle aynı dönemde yaşamış demiştim hani. O zamanlar ana Tanrıça Kibele hakim Anadolu’ya. Kibele’ye genellikle dağ zirvelerinde tapınılırmış. Doğa ile özdeşleştirilmiş, vahşi hayvanlarla, özellikle leopar ile ilişkilendirilmiş. Kaz dağlarının eteklerindeki tarihi Anthandros kentinde yapılan kazılarda çıkan ilk yamaç evinin, zemin mozaiklerinden en önemlisi Anadolu leoparına ait! Anthandros’un da Lelegler tarafından kurulduğu yazılı bir yerlerde.
Lelegler de yuvarlak iç içe geçmiş surlardan oluşmuş yapılar varmış. Surların içinde çobanların, ortada ise koyunların yaşadığı sanılıyor. Babakale tarafına düşerse yolunuz yuvarlak ağılları görebilirsiniz. Bunları alıp eve çevirenler bile var. Belli ki Lelegler kesinlikle geçmiş buralardan ve kalmış bizlere kadar!
Ayrıca Kibele kültüründe, Frigyalı rahiplerin psişik yeteneklere sahip olduklarını, tılsımlı taşlar kullandıkları, bu taşların en ünlüsü de Kibele kara-taşı olarak biliniyor. Hatta Kibele’nin olmadığı yerlerde karataşa tapınılırmış. Sarı Kız’ın babasının mezarının olduğu yer, Kaz Dağının zirvesi, Kara Taş Tepesi olarak adlandırılıyor. Kendi mezarının bulunduğu yerde de, eteğinde taşıdığı taşlarla yaptığı söylenen kocaman bir kaz avlusu var. Taşlar tılsımlı acaba?
Evet, şimdi gelelim kazlara. Eski mezar taşlarına baktığımızda üstlerinde kaz ayağı sembolünün çizildiğini görüyoruz. Neden kaz ayağı? Yapılan araştırmalara göre kazlar çok yüksekten uçabiliyorlar. Dünyanın en yüksek tepesinin bulunduğu Himalaya’ların bile üstünde uçtukları gözlenmiş. Demek ki ruhların o kadar yükseğe çıkmasını dilemiş eski insanlar ve bu dileklerini böylesi basit bir sembolle dile getirmişler. Kazların bu kadar yüksekten uçabilmesinin nedeni ise akciğer yapılarının yüksek oksijen taşıyabilme kapasitesi. Kaz dağı dünyada en yüksek oksijen oranının bulunduğu söylenilen bölge!Işık insanlarından başlayarak, Ma’yı, Paris’i, Sarı Kız’ı, Bakire Meryem’i, Kibele ve Kara Taşını, Zeus’u, Afrodit’i barındıran bu kültür kazanından günümüze ne kalmış diye soracaksınız biliyorum.
Gözlemlerim bana bu dağdaki kültürün bekçilerinin Türkmen köyleri olduğunu söylüyor. Atadan görerek ve nedenini hiç sorgulamadan tekrarladıkları ritüelleri var. Sarı Kız efsanesinin peşinden giderken, “sarı”nın ışığın rengi olduğunu, “kız” kelimesinin erdemi temsil ettiğini fısıldıyor Türkmen asıllı rehber kulağıma. Işığın erdemini içinde taşıyan bir köyde katıldığım Hıdırellez kutlamaları başka bir zamana taşıdı beni. Yolunu bir daha asla bulamayacağım çamlı bir tepede, dede ziyaretine gittik. Onlar rengarenk ve tertemiz giysileri, tencereleri, kuruyemişleri, kahveleri, cezveleri, çaydanlıkları ile düştüler yola. Bense tüm merakımla. Dede deyince bir ata mezarı düşündüm. Meğer değilmiş. Köylülerden biri bir ışık görmüş dağda. Işığı gördüğü yeri taşla çevrelemiş, bakıma almış. Çevresinde köydeki aileler için ocaklar açılmış. Her ailenin yaygısını sereceği, ateşini yakacağı yer belli. Bu bölgeden tek bir dal bile götürmüyorlar evlerine. Her şey dedeye ait burada. Işığa yani. Öte tepede de bir ışık dedesi varmış. Bu ışıklar birbirlerini ziyaret ederlermiş. Soruyorum, anlatıyorlar gördükleri ışıkları. Sordum, çağlar öncesinde oralarda yaşayan ışık insanları, Luwileri, bilen kimse yoktu aralarında!Bu arada bir kitap okudum beslendiklerimizin önemi ile ilgili. Altın olan topraklarda ki yeşillikleri yemenin insan bedeninin ışık taşıma kapasitesini artıracağını yazıyor. Altın madencileri tüketim toplumunun hırslı arzuları ile bu topraklara saldırırken, bizi ışığa taşıyacak yeşillikleri de ortadan silip süpürecekler anlaşılan. Ya da Sitchin’in Sümer yazıtlarından derlediği bilgilerdeki Annunakiler gibi altınları kullanarak ışık olup gidecekler. Kimbilir?
O eski kültürlerin mirasını; yazısız bir tarih, yaşam içinde kendini canlı tutarak bugüne taşıyor. Belli ki bize anlatmak istedikleri var. Ne olduğunu bulmak benim harcım değil. Ben sadece ayak izlerini takip edip, duyduklarımı gördüklerimi paylaşayım istedim. Henüz dillenmemiş olanları da siz bulun isterim. Sizin oralarda hangi kültürlerin mirası yaşanmada?

İndigo dergisinde yayınlanmış yazılarımın linkleri


Bütünlüğün Frekansı Şifa - Ağustos 2010
Şeker Tadında Ömür - Eylül 2010
Okullar Açılırken Aromaterapi - Ekim 2010
Bedenin Yer Çekimi: Yaşam Gücü - Kasım 2010
Yolculuğumun Penceresinden - Aralık 2010
Yeni Yıl Hedefim: Ezber Bozmak - Ocak 2010
Sevgililer günü - Şubat 2010

İnsan doğaya teslim olup, onunla akarak, bütünleşmeden bırakın başkalarını kendi ile bile barışıp, bütünleşemez. Asırlardır doğaya hakim olmaya çalışırken, onun kendi sisteminden kopmuş, ayrı düşmüş bireylere dönüşmüş, büyük kentlerde ayrı bloklarda, ayrı dairelerde, aynı evin içine ayrı odalarda kendine ait televizyonlar seyreden, ayrı yataklarda yatan, aynı sofraları farklı zamanlarda paylaşan birimler olmuşuz. Şans eseri bir sofraya düştüğümüzde, maskeler takınıp en dış halkadan eleştirmeye başlayarak en sonunda masamızdakini yargılayarak geceyi kavgayla sonlarken, asıl sorunun yalnızlığımız olduğunu görmezden geliyoruz.Hani geri dönüştürebileceğimiz çöpler var teknolojinin hayatımıza getirdiği. İşte yalnızlığımız da o çöplerin en büyüğü.
Şehirden çıkıp doğal olan alanda nefes aldığımızda, o hiç değişmez sandığımız düşünce ve duygu kalıplarımızın da organik bir değişime uğradığını fark ederiz. Hormon akışımız değişir horozun ötüşüyle. Minnacık kuzunun gözlerini gözlerinize dikişiyle. Topraktan başını uzatan solucana bile sevgi hissediverirsiniz birden. Sonra saygı duymaya başlarsınız ne de olsa ona hiç kimse para ödemediği halde, toprağı havalandırma zamanının geldiğini fark edip, işinin başına geçtiği için.
Tabiata geri dönmekle, toplumun yapıcı değil de yıkıcı yönlerinin zihinlerimize pompaladığı çöplüğü oluşturan düşünceleri, doğanın geri dönüşüm güçleriyle zihnimizde kompost edip, yaratıcılığımızı coşturup verimli fikirler üretebiliriz. Zihin bir kere böyle çalışmaya başladığında, psiko-zekamız hem birbirimize hem toprağa verdiğimiz zararları hızla telafi etmeye başlar. Doğayla birlikte düşünmek bize, doğal olan sistemlerden kopmuş olmamızın yarattığı tüm incinmişliklerimizi, yapıcı ilişkilere dönüştürme becerisi sunar. Bu süreç, bizlere sorumsuz seçimler yapmamızı isteyen çağrılara karşı, bağışıklık kazandırır. Şuurumuzu genişletmek ve yaşamı bütünüyle sevgi içinde kucaklamak istiyorsak bir an evvel bedenimiz ve ruhumuz üstünde tıpkı bahçemizdeki organik tarıma geçiş gibi bir çalışmaya girişmeliyiz. Bu da doğaya gitmekle başlar...

1 yorum: